Coğrafya ‘Gerçekten de’ Kader midir?
Dönem dönem bazı ‘özlü sözler’ çok moda oluyor. Son dönemin popüler cümlesi de “Coğrafya Kaderdir”. Özellikle hepimizi yasa boğan son deprem felaketi sonrası okuduğumuz yazılarda, TV programlarında hep bunu okuyoruz, duyuyoruz.
Arada ilginç çıkışlar da var; örneğin aynı coğrafyayı paylaşan, hatta bir dönem aynı bayrak altında yaşayan Güney ve Kuzey Kore örnek veriliyor. Bir grup, coğrafya kaderse, tıpatıp aynı coğrafyalarda yaşayan, aynı kültürün yoğurduğu, aynı dili konuşan her iki ülkenin benzer kalkınmışlık ve medeniyet seviyelerinde olmaları gerekmez miydi diye soruyor. Bu fikre göre kader olan coğrafya değil, yönetilme şekli.
Atletizmde ise belirli bir oranda coğrafya gerçekten kader. Örneğin özellikle uzun mesafe koşularında gerek sporcuların genetik yapıları, gerek bölge iklimi ve coğrafyası, gerekse asırlardır getirdikleri günlük yaşam rutinleri Afrikalı sporcuları başarıya çok daha yakın kılıyor.
Ancak, aralarında kuş uçuşu 100-150 km mesafe bulunan komşumuz Yunanistan ile aynı coğrafyada yer alan ülkemiz karşılaştırılınca atletizm başarıları açısından ‘coğrafya kaderdir’ demek pek doğru olmuyor. Üstelik komşumuzun toplam nüfusu, bizim sadece ilk – ortaokul – lise öğrenci sayımız olan 20 milyonun yarısı kadarsa hiç doğru olmuyor.

Geçtiğimiz günlerde ülkemizin büyük bir başarı ile ev sahipliği yaptığı Avrupa Salon Atletizm Şampiyonası sona erdi. 20 sporcu ile katıldığımız organizasyonda Ulusal Takımımız, dağıtılan 78 madalyadan birini alarak şampiyonayı 21 ülke arasında 14. sırada tamamladı. Milli gururumuz Ankara doğumlu Tuğba Danışmaz’ın büyük ve tarihi bir başarı elde ederek kazandığı altın madalya hepimizin göğsünü kabarttı.
Ancak yine hemen arkasından daha madalyanın sevinicini tam yaşayamadan şampiyon atletimizin sporcu kıyafetine kimi gazetelerin getirdiği sansür, sosyal medyada hakkında yazılan çirkin sözler yine ‘coğrafya kaderdir’ sözünü doğrular nitelikte karşımıza çıktı.
Kendi hesabıma, spora başladığım ilk zamanlardan bugüne, 60 yılı aşkın zamandır, ne o zamanlar bile, kendim yarışa hangi kıyafetle çıkayım, ne de ilerleyen yıllarda sporcularım ne giysin, müsabakaya şortla çıkarsa başlarına ne gelir diye düşünmedim. Sporcu kıyafeti üzerinden ülke olarak geldiğimiz nokta gerçekten çok ama çok üzücü ve düşündürücü.
Organizasyon sonrası verdiği demeçte Federasyon Başkanımız Fatih Çintimar’ın, bu tatsız konuyu kesin ve net bir dille eleştirip sporcusunun yanında durması hepimizi sevindirdi. Başkanımız da alınan derecelerden memnun olmadığını dile getirdi. Gelinen noktayı madalyaya yakın sporcularımızın ‘gününde olmamalarına’ bağladı.
Ancak, yine aynı demeçte Çintimar’ın “Dünya artık bizim her türlü organizasyonu yapabileceğimizi gördü, sırada yeni şampiyonalara ev sahipliğimiz var” şeklindeki açıklamalarına ise naçizane, mesafe ile yaklaştığımı belirtmek isterim.
Bu tip büyük şampiyonalara ev sahipliği yapmak elbette bir ülkenin sporunun kalkınması, yeni başarılar elde etmesi için çok ama çok önemlidir. Toplumda o spora olan ilgiyi artırır, kazanılan tesislerde ilerleyen yıllarda pek çok sporcu yetişir.
Teoride böyle olması gereken tesis/başarı ilişkisi ne yazık ki bizde yine beklendiği gibi ilerlemiyor. Son yıllarda, atletizm de dâhil pek çok sporda tesis zengini ülkemizden yine o beklenen büyük başarılar bir türlü gelmiyor.
Ben Sayın Başkanımızdan, kendi evimizdeki şampiyonanın hemen ardından; onca çabaya, bütçeye, projeye, insan kaynağına karşın, sahip olduğumuz ‘başarıda’, inşaat ya da organizasyon becerimizden çok, ‘nerede hata yapıyoruz bunun üzerine yoğunlaşacağız’ demesinin çok daha doğru olacağını düşünenlerdenim. Ne dersiniz?
Son olarak, İstanbul’daki son şampiyonada gözlerimiz, hakemlik camiamızın gururu, Olimpiyat Oyunları’nda görev verilen ilk Türk ITO (International Technical Officials) Can Korkmazoğlu’nu aradı. IAAF’ın güvenip Olimpiyatların sekiz ITO’sundan bir olarak görev verdiği Korkmazoğlu’nun Salon Şampiyonası’nda görev almaması doğrusu bana biraz garip geldi.