Şöyle eskilere dalıp gittiğimizde düşünüyorum da; nerelerden nereye geldik… Belki gelecekte daha düşüncelerimize girmeyen kim bilir neler göreceğiz… Daktilonun tuşlarından, telefonla yazışmalarına… Lupitel-2 marka 6×6’lık (12 poz) Rus yapımı fotoğraf makinesinden, ceplerimizde taşıdığımız küçücük çok amaçlı teknoloji harikası telefonlarla herkesin foto muhabirliğe, üstelik de paparazziliğe soyunduğu günlere… Bizden daha yaşlıların hep söylediği söz olurdu: “Nerede eski günler…” Acaba eskiler mi yoksa yeniler mi, özlemini duyduğumuz? “Eskiye rağbet olsa, Bit Pazarına nur yağardı” derler de, tarih ve tarihçilerden başka değeri olan ne kaldı acaba? Aslında yaşamdaki gerçek; eskiden ders alarak önümüze bakmak… Yenilenirken, eski gerçekleri es geçmemek! Masallarla büyüyen nesillerden, cep telefonları, tabletler, bilgisayarlarla avutulmaya çalışılan çocuklara geçiş hiç de sıkıntılı olmadı. Ağladı mı? Aç telefondan oyunu ver eline sussun!.. Bizden önce “Masallardaki devler” varmış… Ağlayan çocuğa meme verilirmiş… Bizler ise; efsaneleri izleyerek geliştik… Aslında efsaneler de insan… Hem de “Adam gibi adam” dediğimiz türden. Elbette bazıları da kadın. Örnek mi istiyorsunuz? Alın size hemen aklıma gelenlerden bir demet: Lefter Küçükandonyadis, Metin Oktay, İslam Çupi, Gürsel Aksel, Doğan Koloğlu, Can Bartu, Mehmet Baturalp, Aydan Siyavuş, Naim Süleymanoğlu, Yaşar Doğu. Ruhi Sarıalp, Sinan Şamil Sam, Doğan Babacan. … Hepsini rahmetle anıyoruz. Nur içinde yatsınlar… Hamza Yerlikaya. Ahmet Ayık, Yasemin Dalkılıç, Kenan Sofuoğlu, Nevin Yanıt, Halil Mutlu, Nurcan Taylan, Semih Saygıner, Mehmet Okur, Yasemin Adar, Hüseyin Emre Sakçı… Bunları da hatırlayacaksınız. Dünya çapında ses getiren şampiyonlarımız… İzmir’de de nice sporcular geldi geçti… Hangi birini yazsak… Unuttuğumuz olacak diye kimseyi de kırmak istemiyorum… Elbette bunlar yetişirken, sokak aralarında futbol oynuyorlardı. Koşuşturup duruyorlardı. Arsalarda güreş tutuyorlardı. Şimdi ise, çocuklar apartmanın gölgelerinde, arabaların arasında ne yapacaklarını şaşırıp kaldılar… Büyüklerinden sıkı sıkı tembih: Aman yollarda çok dikkat edin… Eskiye bakıyoruz da, spor tesisinin daha fazla olduğunu görüyoruz… Ne kadar çok oynanacak alan olursa, o denli şampiyona sahip olmuşuz demek ki… O günkü ortamda bugünkü imkânlar olsa düşünebiliyor musunuz? “Bir Türk dünyaya bedel” sözü yine herkesi tir tir titretirdi… Kürsülerde Türklerden başkalarına yer kalmazdı… Atatürk Stadı son dönemlerini yaşayan dev gibi “ne olacak halim?” diyerek kaderine küsmüş, beklemede… Alelacele yapılan Halkapınar Spor Salonu, kongreler için ideal… Bir zamanlar basketbol mabedi olan, her sıkışanın oynadığı, voleybol, futsal, güreş, judo… Daha nice branşlara, binlerce sporcuya, bir o kadar takıma ev sahipliği yapan Atatürk Spor Salonu şimdi voleybolcuların ve konukların hizmetinde… Bir tek otelimiz eksikti!.. Alsancak Stadı inşallah bitecek… Karşıyaka Stadı yıkıldı, yerine ne dikilecek? Bir zamanlar Türkiye Şampiyonları yetiştiren Atatürk Yüzme Havuzumuz vardı… Sorarım sizlere havuzun suları nereye gitti, bir bilen çıksın da anlatsın!.. İzmir gelişiyor, İzmir büyüyor… Spor orantılı olarak küçülüyor… Yaşadıkça görüyoruz… Değişimler inanılmaz… Bunca yıldır, hayatımızda değişmeyen tek şey doğruları yazmak!.. Biz yazalım. Siz ister inanın, ister inanmayın… İnanmak istemeyeni, hiçbir mantık inandıramaz. Rus oyun ve kısa öykü yazarı Anton Chekhov “Bir insan neye inanıyorsa, odur” demiş… En kötüsü ne biliyor musun? İnandığı her şeyin yalandan ibaret olduğunu fark etmemek… “Bir deli kuyuya bir taş atmış, bin akıllı çıkaramamış” diye söz var ya… Bizimki de onun gibi… Zaman içinde bazılarının gölge etmesini istemediğimiz olmuyor değil… Bazıları güçten korkuyor. Pasifliklerini bildiklerinden… Bazıları aklımızdan ürküyor. Akılsızlığı ortaya çıkacak diye… Ne olacak, dilin kemiği mi var. Söyle gitsin… Söylediğin yalana önce kendin inanıyor, sonra da üstlerine inandırıyorsun. Aklı başında adamlar… Üstelik okumuş, makam sahibi olmuşlar. Onlar da inanmasın mı? Al başına bela!.. Senin haberin bile yok, kapalı kapılar ardında olup bitenden… Gıyabında neler oluyor, neler!.. Asmışsın, kesmişsin, vay be… Sen neymişsin de; cezayı vermişler… Haberin oluyor mu? Hayır!.. Çünkü onu yüzüne söyleyecek cesaretleri yok! Sonra yukarıdaki delinin taş hikâyesini dilimize doluyoruz… Şimdi ayıkla bakalım pirincin taşını misali, inandıramıyorsunuz… Hep, 1984 yılında Nobel Barış Ödülü’nü kazanan Güney Afrikalı, Anglikan Kilisesi’nin başpiskoposu. Desmond Tutu’nun sözü aklıma gelir: “Bana güç veren doğru olanı yaptığımı bilmektir.” Biz bu nedenle yıllardır ayaktayız… Oysaki güzellikleri de görmek gerekir… İnsanoğlu, şöyle bir etrafına baksa neler görecek neler. Onu sevenleri, yanında yürüyenleri… Ardında bıraktığı tozları süpürenleri… Varsın olsun, yanında her an görünmesin. Kol kola gezmesin… Yalan yanlış şeyler söylemesin… O görünmesin ama her alanda faydası olsun, dokunsun… Böylesi daha iyi değil mi?.. Aslında en iyisi şampiyonluğa oynamak değil de şampiyon olmak. İşte bunun için de inanmak şart. Ege’ye baktığımızda inanmış bir takım görüyoruz. Manisa Futbol Kulübü… Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Cengiz Ergün’ün eseri olan futbol takımı şu anda rekora koşuyor… Uzak ara 2. Lig Beyaz Gruptan, bir üst lig olan 1. Lige mucize olmadığı takdirde çıkacak… Buradaki en önemli faktör, futbolu bilen, sporun içinde olan, doğarak yaşadığı kentini severek yöneten başkan Cengiz Ergün’ün deliye kuyuya taş attırmamasından kaynaklanıyor… Manisa’da bunun için müsait yer de var biliyorsunuz… Yukarıda anlattığımız tipler olursa, oraya yolluyorlar… Durum böyle olunca; taşlar yerinde, kuyu da boş kalkıyor… Hiç kimse de boşu boşuna uğraşmıyor. Herkesin aklı fikri futbol takımının şampiyonluğunda… Güçler orası için birleşmiş!.. İyi tanırım Cengiz Ergün’ü… Sporda Manisaspor Başkanlığı yaptığı dönemden bu yana doğru bildiğini, doğrusunu, doğru yapar… Sonunda da hem kendisi, hem yanındakiler, hem de ekibi mutluluğu yakalar… Darısı yanlış kişilerin boş sözlere inanıp da, insanları kıran, bu işi beceremeyen, paraları sokağa atan başkanların başına… “Sadece makam benim olsun da…” diyenlere Rus yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy’in şu sözünü hatırlatırım: “Bir kadını sırf güzelliği için sevmek mümkün mü? Bu bir heykeli sevmek gibi bir şey olmaz mı?”